Atanamayan Öğretmenlerin Hikâyesi!

Atanamayan Öğretmenlerin Hikâyesi!

Bu yazı 16 sene boyunca bir tünelde diploma ümidiyle yürütülen ve aldığı diplomayı yatak odasına asanların hikâyesidir.

Bu hikâye kapı gibi diploması olup anahtarı denize atılanların hikâyesidir.
Bugün MEB'in 130 bin öğretmen açığı olduğu biliniyor. MEB bu açığını ücretli öğretmenlik
sistemi ile çözmeye çalışmaktadır. Ücretli öğretmenlik sistemi bugüne kadar çok yazıldı, çizildi.
Ama sonuç itibariyle ücretli öğretmenliğin eğitim sistemimize faydalı olmadığı noktasında genel bir
kanaat oluşmuş durumda. Bu durum öğretmenlerden kaynaklanmamaktadır. Ücretli öğretmenler
kötü oynayan bir takımın kalecisi durumundadırlar. Sosyal güvencesi olmayan ve aynı işi yarı fiyatına
yapan bir öğretmenin işine ne kadar motive olabilir? Maddi manevi keyifsiz olan bir insan nasıl
verimli olabilir? Bir de bu öğretmenin yarın iş bulma garantisi yoksa bir taraftan eğitim verirken
yarın ne yapacağını planlamak durumunda kalmaktadır. Bu hikâye aynı kurumda aynı işi yapıp
meslektaşlarının aldığı ücretin yarısına çalışanların hikâyesidir.
Şu bir gerçek ki eğitim bizim ülkemizde daha iyi iş bulmak için bir araçtır. Bugün herkes
çocuğuna eğitim aldırırken bilim adamı olması için değil kendi ayakları üzerinde dursun başkasına
muhtaç olmasın güzel bir işi olsun amacını gütmektedir. Yani, üniversiteler daha iyi iş bulma
sürecinin bir parçasıdır. Eğer, çocuk üniversitenin bir bölümünü okuduğu halde iş bulamayacaksa
ailesi kesinlikle o bölüme göndermeyecektir. Diğer taraftan, şu anda MEB'de öğretmenliği sevdiği için
değil de sırf bir işim olsun diye yapan çok var. Ki bu çok doğaldır. Çünkü işsiz kalmaktansa sevmediği
bir işi yapmak daha makul görünüyor. Bu noktada öğretmen olma sevdası ile yanıp tutuşan insanları
hesaba kattığımızda bir çelişki gözümüze çarpmaktadır.
Ülkemizde şu anda 12 yıl zorunlu eğitim sistemi vardır. Yani, bir insanı daha 6 yaşındayken
alıp 18 yaşına kadar okula mecbur ediyoruz. Daha çocuk yaşlarda başlatılan ve insanın en verimli
zinde dönemini kapsayan bu eğitimden insanlar yakasını kurtardığında iş işten çoktan geçmiş
olmaktadır. Yani bu yaşta artık herhangi bir işte çırak olarak çalışamayacağı için mecburen üniversite
hayalleri kurmak durumunda kalacaktır. Bu hikaye sürekli hayal kurmak zorunda bırakılanların
hikayesidir.
Üniversiteye hazırlanan gençler hepsi birbirleri ile yarışmaktadır. Eğer, bu insan erkekse
iki sene sonra askere gitmek zorunda kalıyor. Yani, bu memleketin çocuğu diğerini elemeye
çalışmaktadır. Sistem öğrencilerin öğrenim hayatını devam ettirebilmesi için diğerinin öğrenim
hayatını bitirme üzerine kuruludur. Yaşamak için öldürmek zorunda kalmak gibi bir şey. Bu olayın
daha vahim tarafı üniversite bittikten sonra da ölümüne yarış bitmiyor. Bu sefer istihdam sorunu
çıkıyor ortaya. Bu hikâye yanlış istihdam politikasının kurbanlarının hikâyesidir.
Üniversiteler ile iş piyasası arasında bir paralellik olmaması “diplomalı işsizliği”
doğurmaktadır. Bir taraftan bakıyorsunuz piyasada nitelikli eleman ihtiyacı varken; diğer
taraftan bakıyorsunuz diplomalı işsizlerin sayısı günden güne artıyor. Bu durum üniversitelerde
açılan bölümlerin piyasadaki ihtiyaca göre açılmamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile
üniversitelerimizin yetiştirdiği “işgücü arzı” ile mevcut piyasasının” talep ettiği işgücü” arasında
uyumsuzluk oluşmaktadır.
O zaman bu noktada cevaplanması gereken sorular ortaya çıkıyor. Mesela: Üniversitedeki
bölümler hangi kriterlere göre açılıyor? Yani bu bölümler açılırken neler göz önünde tutuluyor, neler
belirleyici oluyor? Buradaki çelişkiyi nasıl düzeltmemiz gerekiyor? İstihdam edilemeyecekse bu kadar
öğrenci mezun ediliyor?
“ Devlet herkese iş vermek zorunda değildir? Yani, “Devlet mezun eder, gerisine karışmaz.”
mı demek oluyor?
Bir insanı öldürmek için cümleden mermi yapmak istense belki de bundan daha iyi cümle
bulamazlar. Doğru bir cümle yanlış bir sisteme bu kadar mı güzel hizmet eder?
Çok küçük yaşlarda bize teslim edilen bu çocuklar 12 sene süren bu eğitim tüneline
girdiklerinde birçok fırsatları da kaçırmaktadırlar. Belki o çocuklar 12 yıl okula gitmek yerine ailesinin
ya da bir tanıdığının yanında işe girseydi o işin uzmanı olurlardı. Örneğin, bu çocuklar bir müzik,
resim, spor ya da güzel sanatların herhangi bir dalında kendini yetiştirebilirdi. Bu hikâye yoklama
defterine adı yazılırken piyasadan silinenlerin hikâyesidir.
12 zorunlu eğitimin yanında bir de 4 sene üniversite eğitimi (ki nispeten bu da zorunlu eğitim
sayılır) ile birlikte çocuk 22 yaşına gelmektedir. Zorunlu eğitimlerle 22 -23 yaşına kadar oyaladığımız
gençlere bizim size iş bulma görevimiz yok deme hakkımız var mıdır? Hem insanlara söz hakkı
tanımıyoruz zorunlu olarak okutuyoruz sonra da bir anlamda “Ne halin varsa gör!” diyoruz.
Devlet herkese iş vermek zorunda değildir ama bir şekilde istihdam etmek zorundadır. Eğer,
bir ülkede 12 yıl zorunlu eğitim varsa o insanlara “ Biz size eğitim verdik ama istihdam edemiyoruz,
bizim bugüne kadar verdiğimiz eğitim bir şeye yaramıyor, size bir ekmek kazandırmıyor.” deme
lüksümüz yoktur. Bu kadar süre zarfında bir meslek kazandırmayan eğitim ne kadar işlevseldir, ne
kadar faydalıdır?
Çocuklar eğitim hayatları boyunca ettikleri masraf bir tarafa koyalım ve şu soruyu soralım. 16
yıl boyunca kaçırılan bu fırsatların faturasını kim ödeyecek? Bu hikâye bir kişinin iki dudağından çıkan
komutlara göre yetişenlerin hikâyesidir.
Şimdi o dudaklar nerede?
Mesut KAYMAKÇI
Eğitimci - Yazar

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum